Yol Düşleri

Atıl bir hareketlilik hâli, ah şu yolculuklar. Gözümün önüne serilmişken çivi gibi çakılmış dağlar ve şu ince sema, yolların üzerinde genişçe süzülürken ben, camdaki yansımamla karşı karşıya gelmişim. O bana bakıyor ben ona. Sanki ben onu tanımamışım da o beni biliyor bir yerlerden. Gözünün içine dalsam, çıkamayacağım o derin siyahtan, dakikalarca. Ne de olsa vaktim bol. Dur daha, bir şeyler anlamaya çalışıyorum kabin memuru; herkes biliyor bir asırdır evcilleştikten sonra kimsenin yola güneşten önce doğan şu araca biletsiz binmeyeceğini. İki sorusuna da medeniyetten nasibini almış biri gibi, norma bürünüp cevap verince adeta kovmuş bulundum adamı. Şimdi şu gece siyahına geri dönelim. Gözleri geride bıraktığı şehre dokunaklı bir hikaye anlatıyor, zar zor duyumsanacak ince bir sesle, yavaş yavaş. Kaşlarıysa gittiği istikamete korkak ama kararlı bir duruşla karşı çıkıyor, cesaret diye buna derim. Yüzüne rüzgarmışçasına vuran klima, sen ne kadar yapay bir zorluksun. Ama sen olmasan ne olacak bahanesi kısılıp büzülmeye ant içmiş göz kapaklarının bu acınası yansımamın? Şu uyku mayhoşu, yorgun, güçsüz güneş mi? Onun da zamanı var, onun da zamana ihtiyacı var, belli ki henüz kendine gelememiş. O güneşi de anlamıyorum sevgili yansımam, nasıl müsamaha gösterir, nasıl tahammül eder kendisine her allahın günü arkasını dönen kahpe dünyaya? Karşılıksızca verdiği o sıcak gülüş yetmezmiş gibi.

İnsana bak insana, dünya onun sanıyor. Penceremden dışarı, geçtiğim yollar hep ya dağ ya da bomboş arazi. İnsandan âri. O yeşillerin üstünde yaşadığın için şanslısın yansımam. Ama bir süre senin yaşam alanında yalnız kalsam, biraz sana bakmayı bıraksam iyi olur. Hem, sema gözlerinden kömür olana kadar vaktimiz var. Pek uzun yolmuş, öyle değil mi? Ama geçecek, zaman bu, usul usul, fark ettirmeden, altından arkana doğru kayıp gidecek.

Keşke otobüsler, trenler ve insanlar arada bir yoldan çıkıp şöyle bir geriye dönse. Amaçsız avareliğin tadını biraz alsalar. Otobüs ve trenleri bilmem ama insanlar en azından kendilerini kandırmamış olur, yolunu bildikleri yanılgısına düşmezler. Muavin ya da tren görevlileri bir anons geçse, “Değerli yolcularımız, aracımız yarım saatlik ters istikamet sapmasına başlamış bulunmaktadır, önünüzde geçmiş olduğumuz yolları göreceksiniz. İyi sapmalar dileriz. Bir saat kaybettim diye ağlayacaksanız uçağa binseydiniz.”. Ama mümkün değil. Arada bir durur mola verirler vermesine de o da yalnızca daha ileriye gidebilmek içindir. Şoför veya makinist istese de yapamaz. Kırılsa direksiyon, tekerler dönmez; geriye gitmesin diye tren, raylar yerinden çıkar. Hayatın kuralı bu, ileriye akmayan şey ölüdür. Gözü arkasında olan kördür. Geriye dönen yol, yoktur…

Dünya altımdan akıp giderken gördüğüm bazı manzaralar öylesine haşmetli bir huzur veriyor ki sorguluyorum, acaba bu manzaralar benim evim mi? Kapımı çalan toy bir düşünce de olsa geri çeviremem, adetim değildir. Yanımdan geçen giden her tablo aynı sorularla baş başa bırakır beni, ben buraya mı aidim? Normalde doğam ve mizacımdan uzak diyarlarda mı yaşıyorum? Yoksa ben bu ormanların, vadilerin, göllerin, dağların mı çocuğuyum? Niye hayatımda gördüğüm her manzara beni böylesine güvende hissettirmiyor? Ve sen yansımam, sen dedin ki “Sanki birden fazla evin olabilirmiş gibi davranma! Nankörlük ediyorsun.”. Gözlerin diyor ki evinden geliyorsun, kaşlarınsa evine gidiyorsun. Hayır sevgili yansımam, ben yoldayım, ben seferiyim. Seferinin evi olmaz, onun yalnızca soruları vardır.

Daha ileri gitmek için zorunlu durmalardan birine yaklaşıyoruz yine. Otobüs şehre yanaştı, bu uzun yoldan sıkılmış yolcular bir de trafik görünce oflayıp puflamaya başladı. Kırmızıyı beklerken biz, yolda bir çocuk gözüme ilişti. Herhalde daha önce görmeyen yoktur, kirlerinden mide bulandıran, saçlarından pas akan küçük dilenci çocuklar. Bunların çoğu bu yolu kendi seçmemiştir, o yaşta neyi kendi seçer ki insan? Ama bu çocuklarda; insanlarda kötü ve rahatsız edici bir durumda olup da durumunu kendi seçmemiş dahi olsalar bizi onlara acımaktan, hüzünlü gözlerle bakıp hayat üzerine düşünmekten alıkoyan bir yabanilik, kurtarılamazlık ne kadar vardır tartışılır. Bu küçük çocuk ama bana başka bir çocuğu hatırlatıyor. Bizim karşı evde yaşayan, geçmişte, çok tatlı bir çocuk. Omuzlarımdan atmak için dünyayı bir dal yaktığımda küçük balkonumdan dışarı bakıp, birkaç dakika her şeyi unutur, sonra gözümü kurutan her olayı kafamda tekrar yaşardım, nadiren değişen manzaramda dikkatimi çekecek bir şeyler olmadığında tabii. Arada bir karşı evdeki balkona çıkan bu çocuğu görür, kaybettiğim masumiyetime hayıflanırdım. Onun meraklı gözlerinden dünyayı izlemeyi ne kadar özlediğimi keşke tarif edebilsem. Sonra bir gece yarısı, ben sıcak yatağımda mışıl mışıl uyurken, ki bu rahat uyuma durumum hiç de süreğen değildir, karşı evde çıkan yangına uyandım. Pencereyi açıp baktığımda bencil beynim ilk önce yüzüme yüzüme gelen alevlerin bizim apartmana sıçramasından korktu. Camların ateşin yarattığı basınca dayanamayıp da patlamasıyla çıkan, beni de aniden uyandıran o şiddetli sesin salgılattığı adrenalinin bencilliğime yardım ettiğinde şüphe yok. Ama biraz hafifleyince yangın, itfaiye de ulaşınca, onlar müdahalelerini yaparken ben de o dayanılmaz is kokusuna rağmen yine balkonuma çıktım ve çocuğun masumiyeti hakkında düşündüm. Önümde yanan bir ev varken utancımdan sigaramı yakamadım. Bu çekilmez trafikte seni avutmak için o çocuğu ve ona sonsuz bir yuva olan o ateşleri gözümün önüne her getirdiğim zaman anımsadığım Tevfik Fikret’in şu şiirini okumak isterim sevgili yansımam:

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki ortalık yanıyor

Güzel çocuk senin olsun hayatım istersen
Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?

Güzel çoban, ne kadar tatlı söylüyorsun sen
Yalan da olsa içim doğru söyledin sanıyor

Güzel çocuk, bana bak, aldatır mıyım seni ben?
İçin bu yaşları boş anlıyorsa aldanıyor

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyor

N’oldu gök, ağlıyor musun? Maalesef benim göz yaşlarım hiçbir yangını söndürmeye yetmiyor. Senin göz yaşların belki kadir gelirdi gök. Canın sıkılınca gürlemesini biliyorsun, gerektiğinde ağlaman için n’apmamız lazım? Ağlattığım onca zavallı gibi, şu karşımdaki ürkek yansımam gibi ağlaman için sana ne demeliyim? Ah zavallı çocuk ah…

Otobüs durunca ben de uyuşan ayaklarım biraz olsun açılsın diye dışarı çıktım. Bir çok yolcu da öyle yaptı. Uyuyanlar mahmur gözlerle ayağa kalkıp kendilerine var olduklarını, yaşadıklarını hatırlatıyorlar. Sigarasına hasret keşler en fazla sayıda dalı tüttürebilmek için hiç zaman kaybetmiyorlar. Şoför de onlardan biri olsa gerek, otobüsü park ettiği gibi kendini araçtan attı. Uzaktan onu izledim, suratsızlığı kalıcılaşmış cemalini izledim. Belli ki işini sevmiyor. İnsanlarla konuşarak onlar hakkında çok şey anlayan biri değilim, kaldı ki bir bakışla onları çözeyim. Yıllardır tanışık olduklarımın daha önce hiç görmediğim obruklarına düşmekten her yerim yara bere. Lakin bir insan evladına bakıp da anladığım bir şey varsa o da işini sevip sevmediğidir. Bu şoförün kaşları da dudakları da bıkkınlıktan yere düşmek üzere, kafasında saç kalmamış. İşiyle barışık şoförler gördüm. Ama işini seveni gördüm mü, hatırlamıyorum. Kafamın içinde bir yerlerde dolaşan bir şoför varsa alınmasın, bu durum asla işi araba sürmek olan insanlara tipik değil. İşini gerçekten seviyor olmadığını kabul edemeyen bir ekseriyet, biraz da işlerini sevmiyor olmadıkları ve sevmiyor olmanın değilinin sevmekten ibaret olduğunu sandıkları için, işlerini sevdiklerini zannediyorlar. Oysa bunlar yalnızca işleriyle barışıklar. Zihin hayatı kolaylaştırıcı sanrılar yaratırken, aşırı ve apaçık tutarsızlığı nedeniyle evsahibini delirtmediği sürece, pek özgür davranır. İşkence olmayan her şeyi, zorunluluk koşulu altındaysa, tutku addetmekten hiç utanmaz. Hiç yoktan bir gerçeklik yaratmak eminim zordur zihin bey/hanım; ama bu sizin yaptığınız arsızlıktır. Otobüse geri bindiğimde yansımama da soracağım, beni onaylayacağından hiç şüphem yok. Peki insan nasıl sevmediği bir işi yapıp da tatilleri bekleyerek yaşar? Biliyorum kimse bu duruma hayat onları kapana kıstırmamışken kendisi girmiyor. Kimi tutkusunu bulamadığı için kendisini hasta sanıyor, kiminin tutkusuna para vermiyorlar; kimininse hayatı o kadar çizilmişki henüz o doğmadan, bir seçim yaptığı illüzyonuna bile kapılamıyor. Bir de güreşe sırtı yerde başlamış pehlivanlar var. Sen çocuk, sen onlardan birisin. Şimdi otobüsüm kalkıyor, yetişmeliyim.

Lakin ne düşünmeliyim bu durum karşısında, sevgili yansımam, tarihin hiçbir proletaryası bu uslu topluluk kadar dizginlenmiş değilken? İnsan şimdi günü kurtarırım, sona doğru anlama, anlamlılığa yanaşırım sanıyor. Hayır, asla sanma bunu, asla böyle aptal olma! Sona yaklaştıkça değişecek tek şey, geçmiş hakkında daha fazla düşünmek olacak. Nasıl alıştıysan öyle bitireceksin. O kutsal noktaya yaklaştıkça onun kudreti seni öylesine etki alanına alacak ki alıştığın yollardan dönmeye ne arzun ne takatin kalacak. İşte bu yüzden gittiğin yolu bilmeni tavsiye ederim, meğerki arada bir yoldan çıkıp avare gezindiğin bir sapma güzergahında ol. Bilmediğini fark ettiğin anda da bunu, yani bilmediğini kendine açıkça söylemeni. Nasıl olsa her yolunu bulmak istediğinde bir avare sapmaya daha girişebilirsin. Nasıl güzel söylediklerimin bir anlamı varmış gibi konuşuyorum, öyle değil mi? Oysa hiçbir şey bilmiyorum. Ama neyse ki sen benim bir şey bilmediğimin farkındasın. Boş bakışlarından anlıyorum bunu. Galiba uyumak istiyorsun. Yolculuk sırasında uyuyamadığım için üzgünüm sevgili yansımam. Yolculuk, daha önce söylediğim gibi, atıl da olsa bir hareketlilik hâli. Hareket yaşamın temsilcisidir. Oysa uyku ölümün kardeşidir derler. Hayır, daha uygun bir ifadeyle sen benim için neysen, uyku ölüm için o. Uyku ölümün bir yansıması, bir nevi izdüşümü. Madem sordun, ölümün yaşama izdüşümlerine başka örnekler de verebilirim yansımam: yaşlılık, hastalık, unutkanlık, durgunluk, ayrılık… Uyku tüm bunlar arasında ilginç bir yere sahip. Bugün kalkıp bir krallık kursa tüm bu izdüşümleri, ölümün yaşama izdüşümleri krallığı, teknik olarak hepsinin kaynağı, yaratıcısı olduğu için belli ki ölüme taparlardı. Ama eminim kralları uyku olurdu. Şu dünya denen mavi noktanın üstündeki insancıklar pek uzun zamandır hastalıkla savaşıyorlar, yendiler denemez ama her geçen gün ilerliyorlar. Bunun ve başka sebeplerin bir sonucu, yaşlılığı da epey püskürtmeyi başardılar. Bugünün insanı zaten durmak nedir bilmiyor, durgunluk da uykuya karşı güçlü bir rakip olamaz. Ayrılığın hakkından gelense zaten bir başka izdüşümü unutkanlığın ta kendisi. Uykuysa gücünü kaybetmedi, kaybetmesi mümkün değil. Yaşamın ona ihtiyacı var. Tanrısı gelip insana zamanından erken kıymasın diye insandan düzenli haraç kesen bir haydut o, haydut kral. Unutkanlığın da uykuyu devirmek için yeterli bir rakip olamadığı aşikar. Bunun için iyi bir sebep vardı, henüz az önce aklımdaydı, ancak şu an hatırlayamıyorum.

Bunca yol düşü, bunca kilometre, bu denli duygu gözlerini susturmaya yetmedi mi? Gittiğin yollardan geri dönmeyi kanıksamış, bütün uğraşlarına rağmen aynı yerde kalmaktan, bir arpa boyu yol katedememekten gücenmiştin hani hayata? Hani sen kapıyı çarpıp çıkacaktın da hasret de kapını çalmayacaktı bir daha? Nedir şimdi bu hikaye gözlerinin hâlâ anlatmaya devam ettiği? Artık yalnızca kapat güzel gözlerini. Yol uykuya, uyku ölüme, ölümse yeniden yola çıkarıncaya dek seni…

Leave a Reply